12 Ağu 2011

Atın Cenazesi

Yatağımın şiltesini klimanın altına atmış, evimin girişinde yatıyorum havalar ısındığından beri. Çekilmiyor yoksa. Gölgede 41. Ev düşük tavan. İçerisi öyle bir ısınıyor ki, yatak odasını geçtim, asma katta bile uyunmuyor.
Dün gece yine aynı yerde, klimayı 22 dereceye ayarlayıp yattım. Gecenin uzun bir yolculuğu getireceğini bilemezdim.
Bir ara gözümü açtım. Bildiğin okyanusta yüzüyordu yatağım. Hafif dalgalı, sıcak bir okyanus manzarası. Başta biraz korktum. Yatağım sonsuz bir mavilikte yüzüyordu. Buraya nasıl geldiğimi bilmiyordum üstelik.
Sıcak ve dalgalar beni tekrar uyutuyordu. Gözlerim kapanıyor, alnımdan ter damlaları süzülüyordu. Sonra kapanmış gözlerim.
Acı bir feryat ile yerimden zıpladım. Sol elim bileğimden itibaren yoktu. Etrafımda onlarca köpekbalığı dolaşıyordu. Elim suya sarkmış olmalıydı. Kan kokusuna gelen her bir yaratık yatağına çarpıp, beni devirmeye çalışıyordu.
Bir süre sırt üstü yatıp bileğimi tuttum. Kanama durmuş gibiydi ama çok kan kaybetmiş olmalıydım. Gözlerim yeniden kapanmaya başladı.
Yeniden uyandığımda artık okyanusta değildim. Hatta nasıl bir yerde olduğumu bile bilmiyordum. Elime baktım, yerinde yoktu. Buna ek olarak sesim de yoktu. Tüm gayretime rağmen ağzımdan bir kelime dahi dökülmedi. Korkmuştum. Sağ elimle vücudumu yokluyordum. Elim kafama gittiğinde sessiz bir çığlık attım. Kafamın üst kısmı yoktu. Beynim açıktaydı ve muhtemelen göz kapaklarımda kesilmişti. Gözlerimi kapatıp uyumam da mümkün görünmüyordu. O an anladım nasıl bir yerde olduğumu.
Bir kafesteydim. Etrafıma baktığımda bir laboratuarda, bir kafeste mahkum olduğumu anladım. Sol elim ve kafatasımın yarısı yokken, ses tellerimi kaybetmişken ve üstelik gözlerimi bile kapatamazken… Bu nasıl bir işkence olabilirdi?
Yanımda başka kafesler de vardı. Çeşitli hayvanlar. Tavşan, kedi, maymun, fare… Onlar da birer kafese mahkum edilmişti. Ses çıkarmamamız için ses tellerimizi kesmişler, bize işkence ediyorlardı. Yada yeni bir şampuanın testini üzerimizde yapıyorlardı.
Göz kapaklarımın kesilmediğini, birer tel ile açık bırakıldıklarını anladım. Sanırım bir test için gözlerimin açık kalması gerekiyordu. Tam o sırada içeri beyaz önlüklü bir kadın girdi. Kediyi es geçip bana yaklaştı. Korkudan kurtulup olayı analiz etmem gerekiyordu. Yoksa burada ölebilirdim. Kafesin kapağını açtığı anda ona saldırıp buradan kaçabilirdim. Sonuçta ondan daha iriydim.
Kadın kafesime yaklaştı. Sonra cebinden bir elektro şok aleti çıkarıp bana doğrulttu. Kaçma şansım yoktu. Şok nedeniyle kendimden geçtim.
Yine son çare, sağ elimi oynatabildim. Gözlerimdeki telleri çekip çıkardım ve böylelikle yeni bir uykuya daldım.
Uyandığımda eşsiz güzellikte, yine de çok sıcak bir sahildeydim. Sol elim hala yerinde değildi ama ben çiçekli şortum ve güneş gözlüğüm ile hamakta sallanıyordum. Sonunda doğru rüyayı bulduğumdan emindim. Kulağımda kulaklığım Mano Chao dinlemekteydim. Bu keyfi elimdeki bir bardak Cuba Libre tamamlıyordu. Pipeti ağzıma götürüp uzun uzun yudumladım.
Hamak hafiften sallanmakta, insanlar etrafımda neşeli oyunlar oynamaktaydı. Plaj boyunca her bir kadın en seksi, her bir çocuk en tatlı olandı. Cennetin içindeydim. Sol el olmasa da mutluluk bu olmalıydı.
Bir an gevşemiştim ki, tuhaf bir his ile sol gözümü hafif araladım. Sahildeki insanlar kaçışıyordu. Baktığım yönde bazı çocuklar hala kumdan kaleler yaparken, birçoğu da onları ezerek geçiyordu. İki gözümü de açıp denize baktım.
Devasa dalgalar hemen önümdeydi ve artık kaçacak yer kalmamıştı. Daha ben hamaktan atlamadan dalga beni buldu ve denizle bütünleştirdi. Büyük bir uğultu arasında, yön bilincim tamamen yitti. Dalga beni sürüklerken birçok insana, palmiyeye ve bilimum balığa çarptım. Dalga ile beraber denize doğru sürüklenirken yanımda beliren koca köpekbalığının ağzında, dişlerini arasında bir el bile gördüm. Bu benim elim olmalıydı ama …
Kafamı sert bir yere çarpmış olmalıyım. Bayılmışım.
Uyandığımda Bodrum’un sevdiğim bir barındaydım. Sol elim hala yoktu. Yalnızdım. Aslında bu barda hiç sipariş etmediğim bir içki önümde duruyordu. Tekila.
Genelde bira içtiğim mekanda, nadiren de olsa viski içerdim en fazla. Önümde duran tekilaya bakıyordum. Az önce bir tsunamide boğulurken, şimdi bana bir şeyleri kutlamam için tekila sunulmuştu. Zira bu tekilayı kendim sipariş etmiş olamazdım.

Bir limona, bir tuza, bir de tekilaya baktım. Fonda Marilyn Manson, Coma Black çalıyordu;
I burned all the good things in the eden eye
We were too dumb to run too dead to die
O an karşımdan gelen, uzun zamandır peşinde koştuğum sarışını fark ettim. Çok seksiydi. Şarkıya eşlik eder gibi bir ritimle yürüyordu. Yanıma kadar geldi. Tuzu yalamam için köprü kemiği çukuruna döktü. Ve ben tuzu oradan yaladım, tekilayı diktim. Limona bakınırken elleriyle yüzümü tuttu. Ağzında dilim limon ile gülümsüyordu. Limonu almak istediğimde ise ateşli bir öpüşme başladı.

Tüm dünya dönüyordu. Belki her zaman dönüyordu ama bu kez ayaklarımın altından kayacak kadar hızlı ve acımasızdı. Bar, sandalyeleri ile uyumsuz şekilde her yöndeydi. İnsanlar balık gibi yüzüyordu. Sarışın ateşliydi ve en güzeli benimdi. İçimde büyük bir sıcaklık hissediyordum. Okyanusun bile serinletemeyeceği cinsten. Bir bacağım Mars’a, diğeri Nil’e baksa da umurumda olmayacak kadar…

Gözlerim açıldığında başımda müthiş bir ağrı hissettim. Bu tsunami sırasında başımı çarpmam ile alakalı olmalıydı ama o an çok alakasız bir yerde olduğumu anladım. Sarışın gerçek miydi? Dönen dünya?
Bir soğukluk hissetmiştim. Etrafıma bakındım. Bir banyodaydım. Evet, sarışının banyosu. Müthiş bir geceyi hatırlamıyordum. Bundan kötüsü olamaz… dememe kalmadı. Buz dolu bir küvette yattığımı fark ettim. Yanıbaşıma bırakılmış telefon ve not. Böbreklerimden birini almışlardı. Sol el ve şimdi de böbrek…
Panik yapmamam gerekiyordu. Nasılsa bu bir rüyaydı. Gözlerimi kapamam yeterli olacaktı.
Oysa yeniden uyuyamıyordum. Psikolojik de olsa canım acıyordu. Üstelik çok soğuktu. Bu şartlarda uyumam imkansızdı. Küvetten çıkıp ölmek belki bir çözüm olabilirdi.
Kendimi dışarı atmam için çok cebelleştim. Sonunda başardım. O. Çocukları! Sanki böbreğimi değil, tüm iç organlarımı almışlardı.
Sürünerek gittim biraz. O an bir şarkı çalmaya başladı. Demek ki dairede hala birileri vardı.

Şarkıya kulak kesildim. Bu da Coma White’tı.
You were from a perfect world
A world that threw me away today
Today to run away

Alnımdan süzülen damlaları görünce küvete dönebilmeyi isterdim. Sırt üstü uzanmış, ölmeyi beklerken ayak seslerini işittim. Bir kadın girdi içeri. Kadının yüzünü gördüğüm yoktu, eteğinden anladım. Desenli külotlu çorabı, soğuk Avrupalı olduğunu düşündürttü. Ardında sürüklediği koca balta ise bir barbar olduğunu.
Balta havaya kalktı. Sıcak ortam iyice ısındı. Pörtleyen beynimi duymuştum…

Bütün perdeleri kırmızı, bütün duvarları soluk, kirli bir beyaz olan bir odada, bir masanın üzerinde yatıyordum. Etrafımda bir sürü beyaz gömlekli insan… Doktorlar. Beni tedavi ediyor olmalılar.

Gözlerimi oynatabildiğimi düşünüyordum ama onun dışında hareket kabiliyetim kalmamıştı. Güzel bir genç kadın görüyordum. Bu aşık olduğum kızdı. Beyaz önlüğünün içinde, neredeyse hep olduğu kadar ciddiydi. Anlamıyordum. Beni tanımamıştı. Üstelik başlarındaki hocayı dinlerken bana bakmıyordu bile. Sonra “tamam” manasında başını salladı. Elindeki neşteri gördüm. Yanıma yaklaştı. Çıplak olmalıydım. Yüzüme acır bir ifadeyle baktı. “Yaşıyorum ben” demek istedim. Olmadı. O beni duymadı. Neşter ile göğsümü yardı. Acı hissetmedim. Sadece akan sıcak kanı hissedebiliyordum.

Sanki aşık olduğum kız da bir şey hissetmiyor gibiydi. Beni kesti, kesti, kesti… Hala atmakta olan kalbimi yerinden söküp hava kaldırdığında ise neredeyse kahkaha atıyordu. Diğerleri alkışlıyor, o da zafer kazanmış komutan edası ile gülüyordu. Elinde çırpınan kalbim… ben…

Sanırım artık ölmüştüm. Uyandığım yer bir mezarlıktı çünkü. Ama kimse beni gömmüyordu.
Bir atın cenazesindeydim. İnsanların elinde de Kuran filan yoktu. Hepsi şarap şişeleri ile tamamlıyordu bu atmosferi. O an elime baktım, bende de bir şişe en güzelinden, en sevdiğim Türk şarabı vardı. Atı gömenler ellerinde kürekler ile toprak atıyorlardı hayvanın üstüne. Toprak indikçe ben daralıyor, daraldıkça şaraptan içiyordum. Sanki yaşayan bir hayvanı gömüyor gibiydik, toprak kabarıyor, ben kötü oluyordum. Toprak atılıyor, ben şarap içiyordum. Kalabalık da zaten aynı şeyi yapıyordu. Herkes bir parça toprak atıp şarabı dikiyordu. Pislikten haki rengi koyu yeşile çalmış dişsiz bir adamın sakallarının arasından süzülen şarap karısı (veya kızı) tarafından siliniyordu. Kimse gülmüyor, sadece içiyor veya toprak atıyordu. Toprak mezarı aşıp, boyumuzu aştığımda ise at canlı olduğunu hatırlattı. Kimse müdahale etmedi. Toprak oynuyordu ama kimse asık suratlarını şaşkınlığa değiştirmiyordu.

At kurtulmalıydı. Yığının üzerine atlayıp elimle toprağı kazmaya, aşağı itemeye başladım. Ben ittikçe o toprak başımdan aşağı dökülüyordu. Dökülen toprağın altında, nefessiz kaldım. Sol elim olmadan buradan çıkamazdım. Üstelik böbreğimi de almışlardı. Ölme zamanı gelmişti.

Spieluhr çalıyordu fonda. Artık kimin aklına geldiyse. Ölüyordum ve mezarımın başında bir melek bile yoktu. Rammstein’ın bu şarkısı, o kadar yerinde gelmişti ki…

Uyandım. Sabah olmuş, alarm çalıyordu. Spieluhr da bu sebeple duyulmuştu. Kan ter içinde kalmıştım. Klima soğutması gerekirken soğutmamıştı. Üstelik biraz denemeden sonra klimanın bozuk olduğunu, bazen aşırı soğuk olup, bazen hiç soğutmadığını keşfettim.

Artık işe gitme vaktiydi. Sol elim yerindeydi. Üstelik ameliyat edilmemiştim. Duşa girdim.
Soğuk su derhal ayılmamı sağladı. Kafamı öne eğmiş, soğuk suya biat etmiştim. O an suyun kırmızı aktığını gördüm. Kanayan bir yerim de yoktu. Hemen aynaya koştum. Sırtımı dönüp aynaya baktığımda omzumdan belime kadar çapraz iki kesik gördüm. X gibi duran ama başka bir şey ifade eden bir şeydi. Korku tüm bedenimi hiç olmadığı kadar sardı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Nereye kadar susacaksın ! Dökül !